Yaparım Demenin Dayanılmaz Ağırlığı
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bir dönemdeyiz.
Sözün senet olduğu günler çok gerilerde kaldı. O zamanlar sözü veren de sözü alan da birbirine karşı sanırım çok daha açıktı ve güveniyordu. Sözün gereğini yapma günü geldiğinde taraflar kolayca anlaşır, helalleşmek on saniyelerini almazdı.
Sanırım o köprülerin altından çokça su aktı ve günümüzde akan sular geçmişe göre oldukça bulanıklaştı.
Artık bir çoğumuz bize söylenen şeyleri kendi işimize geldiği gibi anlamaya eğilimi içine girdik.
Birinden bir şey istesek ve o kişi bize “hayır” dese biz “belki” diye anlıyoruz. “Belki” dediğinde ise bizim kafamız “evet”dedi diye çalışıyor. “Evet” dediğinde ise onu suçlu konuma düşürüp “zaten şimdiye kadar yapılmış olmalıydı” triplerine giriyoruz.
Bu yüzden artık bu topraklarda “yaparım demek” her baba yiğidin işi olmaktan çıktı.
Dikkatli olun: “yaparım” derken elinizi uzatıp kolunuzu kaybedebilirsiniz.
Bu arada farkındayım, iş hayatında vaat verilmeden bir gün geçmiyor.
Sabah müşterinize mailde yazdığınız bir kelime onun gözünde koca bir paragraf bir iş olarak algılanabiliyor.
Şansınız varsa o kelimeyi yapılma aşamasına gelmeden müşteriniz ile sorgulayabilirseniz; “vay be, bir kelime ne kadar geniş anlamlara gelebiliyormuş” şokunu yaşıyorsunuz.
Eğer şansız bir döneminizdeyseniz -ki genelde öyle olur- iş yapmaya başlayıp o satıra geldiğinizde karşınızda inanılmaz beklentiye sahip bir şahısla tanışıyorsunuz. Ve o andan itibaren sonu belli olan bir müzakereye başlıyorsunuz. Galip gelen tarafın kim olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Siklet farkı ile müşteriniz sizi kolayca nakavt ediyor.
Çalışanlarımızla da ilişkileriniz müşteriyle yaşadığımızdan pek farklı olmuyor.
Çalışanımız, ağzınızdan kazara çıkan bir kelimeyi panter misali çevikçe yakalıyor. Bu kelimeyi özenle işliyor, oldukça mükellef bir vaat haline getirip sizin önünüze güçlü bir taahhüt olarak sunabiliyor.
Siz de benim gibi biraz hafızanıza güvenmeyen bir kişiyseniz, iyi kurgulanmış bu vaadin güçlü bir taahhüt olduğunu kabul edip kolayca teslim olabiliyorsunuz.
Maalesef “kurumsal” olarak tarif edilen büyük tiyatroda tüm piyesler bu kurgu üzerinden oynanıyor.
Bu konuyla mücadele etmek için karşımıza iki alternatif çıkıyor:
İlki “diplomat” moduna girmek ve gereğini yapmak.
Yani ister çalışanlarımızla isterse de müşterilerimizle konuşurken ağzımızdan çıkan her sözün bizi bağladığını aklımızdan çıkarmayalım. Mümkün olduğunca yazılı ve sözlü iletişimi dikkat edelim. Bir hukukçu kadar olmasa da iyi bir teknisyen olarak sözleşme ve protokol kültürüne yaklaşalım.
İkinci alternatif benim yöntemim:
Çiftçi çocuğu, esnaf torunu zati aliniz ben bu ise kurumsal tiyatrodan pek anlamıyorum ve çokça da hoşlanmıyorum.
Hala sözün senet olduğu dönemde yaşıyorum. Yaparım müzakerelerinde “hak vermesem de gerçek olmasa da” borçlu çıkarsam, bedeli ödüyorum. Ancak o ilişkiyi çok uzatmadan ilk sonlandırma fırsatını kolluyorum.
Neden böyle davranıyorum derseniz; kedinin her zaman pilav yemediğini, ararsa elbet ciğer bulabileceğine inanıyorum.